2 Aralık 2012 Pazar

SANATTA GELENEKTEN KOPUŞ



Maria Teresa Walter, Picasso, 1937

20. yüzyılın başında izlenimcilik, sembolizm, kübizm gibi akımlarla birlikte gerçeği olduğu gibi yansıtmaktan öteye geçmeyen gelenekten kopuş meydana gelir. Dış dünyanın birebir sunumunu (mimesis) terk eden sanatçılar nesnenin,  öznenin, toplumun ve sanatın kendisinin analizini yapmaya başlar; görünen gerçeğin arkasındakini aramaya yönelir. Peki, bu süreç ne olmuştu da başlamıştı?

Batı'da 17. yüzyılda ortaya çıkan modernite ile birlikte tüm etkinlikler bilimsel ve akılcı bir temele oturtulur. Felsefi gücünü 18. yüzyıl Aydınlanma Felsefesi'nden alan modernite, aklı ve insanı merkez olarak belirler, toplumsal yaşamı akla ve mantığa uygun olarak düzenler, dini toplumsal yaşamda arka plana iter ve laikliği ilke olarak benimser. Öznenin ve özgürlük  fikrinin yaygınlaşıp güçlenmesi ve bunların tüm siyasal ve felsefi düşüncenin merkezi durumuna gelmesiyle anlamını bulur. 

Sanayi Devrimi ile birlikte köylerden kentlere göç başlar, düne kadar kendini toprağa bağlı duyan insan  makinalaşmış bir dünyada yaşamaya başlar. Ekonomik ve toplumsal yapı değişir; betonarme konutlar, asfalt yollar, taşıtlar ve mağazalarla birlikte yeni bir yaşam kültürü yeni bir insan tipi doğar. Elbette modern insan modern öncesi insan gibi düşünmeyecek ve hissetmeyecektir.

Pozitivizm ile hiçbir şeyin mutlak olmadığı, gerçeğin değişken olduğu görüşü hakim olur. Doğa bilimleri için bunu Darwin'in Evrim Teorisi, tarih bağlamında ise bir varlık olan toplumun sürekli değişim içinde olduğunu gösteren Marx ortaya koyar.


Einstein tarafından 1905'te ortaya atılan Özel Görelilik Teorisi ile zaman, mekan ve hareketin birbirlerinden bağımsız olmadığını ortaya koyar. Uzaklığın ve zamanın gözlemciye bağlı olarak değişebileceğini ifade ederek Newton'un mutlak uzay zaman kavramını anlamsızlaştırır.


Bütün bu gelişmeler sonucunda geleneksel düşünce ve toplum yapısının birey üzerindeki kontrolü azalırken bireyin bağımsızlık duygusu kuvvetlenir. Yeni değerlere göre yeniden kurulan dünyanın insanın yapısı olarak deneyimlenmesi gündeme gelir. İnsanın da ne olduğu sorgulanmaya başlanmıştır; insan için insan o zamana kadar bu denli sorun olmaz. Bütün bu gelişmelerin sonucunda geleneksel yapıların tümünden her alanda fiziksel ve zihinsel kopma başlar.

Modernite ile gelen değişim karşısında ortaya çıkan "yabancılaşma" duygusunun kuvvetlenmesi geleneksel olandan giderek kopmayı beraberinde getirdiği gibi sanatta da kırılma noktası yaratır. Yabancılaşma genel olarak bireyin toplumsal çevreye ve değerlere ilgisini yitirerek kendi iç dünyasına dönmesi anlamına gelir.

Sanatta kırılma noktası yaratan etmenlerden bir diğeri de İlkelcilik'tir(Primitizm). İlkel toplumlardaki ortaklık ruhunun onaylanmasıyla modernizmin getirdiği bireyselliğe, izole edilmişliğe karşı çıkılır. İlkel toplumlar, karşı çıkılan uygarlığın öncesi olan insanlığın göstergesi olduğundan onların kültürel pratikleri mitleştirilir.

Tlaloc, Aztek Yağmur Tanrısı (14-15. yy)
Batı kültürünün eleştirisi, Tahiti'ye yerleşen Paul Gauguin(1848-1903) örneğinde olduğu gibi kimi sanatçıları kopma noktasına getirir. Gauguin'e göre sanat teknik yönden çok ustalaştığından yüzeyselleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış; sanat özünden, güçlü duyuşla dolaysız ifade yeteneğinden uzaklaşmıştır. Bunları Tahiti'nin bozulmamış toplumunda bulacağına(bulduğuna) inanır.
Egzotik Efsaneler, Paul Gauguin, 1902
20. yy'ın başı, geçmişle hesaplaşma dönemidir. Batı kültüründe böylesine kökten bir hesaplaşma, Ortaçağ'dan Yeniçağa giçilirken de  olmuştur. O zaman da olduğu gibi, büyük gelenekler temelden sarsılır ve donmuş kalıplar yıkılır. Çağ değişiminin bunalımı içinde  sanatçılar kendilerine bir çıkar yol arar. Bir çok yeni akım ortaya çıkar...


XX. Yüzyıl Sanatının Kuramsal Dili, Nilüfer Öndin, MSGSÜ Yayınları, Aralık 2009
Sanatta Devrim, Nazan ve Mazhar İpşiroğlu, Hayalbaz, Ekim 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder